ÇATAL, BIÇAK, KAŞIK
ELİM AYAĞIM DOLAŞIK
Mehmet ARSLAN
Kent soyluların “adabı muaşeret kaideleri” çocukluğumda, gençliğimde beni çok gerdi.
Çatal tabağın solunda, kaşık, keser (pardon bıçak) sağında, bunlardan ben ne anlarım, bana ne doğmuşum ben Güğlen dağında.
Yıllardır oturmuşuz yer sofrasına, cümle alem kaşık sallamışız tek tabaktaki tarhana çorbasına.
Eeee bu yemek nasıl yenecek?
Herkesin tabağı ayrı olacak, sağına soluna çatal, bıçak, kaşık, mendil konacak .
Eyi tamam.
Kaşığı, çatalı anladık da bu bıçak da neyin nesi.
Sol elim salak elim, dışlanmış çolak elim.
Alışmamış tutamaz keseri, bu şehirliler ne haltlar karıştırdılar, etiler beni deli?
Atalarım bana; “sağ elinle tut, sağ yanına yat, sağdan kalk, önce sağ ayağını at, sağ elinle ye, önce sağa, sonra sola dön, uğurlar olsun, sağdan git para bulursun” deyip kafamıza çaktılar .
Zaman geldi okullu olduk, şehre daldık, analarımızın koyduğu azıklar bitti acıktık.
Ürkek ürkek girdik bir lokantaya, iliştik masaya.
Garson dedikleri başımıza dikildi saydı saymaladı.
Onca saydığı şeyden aklımızda sadece kuru fasulye kaldı.
Öbür söylediklerinin hepsi bize yabancı.
Bildiğimizden şaşmadık, hepimiz kuru fasulye istedik.
Garson yemekleri getirdi, tabağın soluna çatal, sağına kaşık bıçak koydu.
Kaşık tamam, çatalı kestiremedik, ama bu bıçak da neydi?
Hücum borusuyla fasulye’yi bir çırpıda bitirdik, en çok da ekmek yedik .
Oh be, kolaymış bu işi de öğrendik.
Ama bu bıçağın başımıza ne işler açacağını hala kestiremedik.
Şehirliler daha çocukken “masada nasıl yemek yenir” tatbikatı yaptırırlarmış.
Çatalı sol ele, bıçağı sağ ele alırlarmış.
Onların sol elleri antrenmanlı, bizim köylülerinki gibi “mücürüm, kötürüm” değilmiş.
Bu garibim günlerden bir gün, yıldızını sayamadığı bir otelde yemeğe davet edilmiş.
Servisler yapılmış, önce herkes önündeki “soğukları” yemiş.
Arkasından “sıcaklardan” kuzu pirzola gelmiş.
Köylüm başlamış kara kara düşünmeye, çatalla yesem uymaz, kaşıkla o hiç olmaz. Bekle gör politikası uygulayıp başlamış etrafı gözlemeye, bir yandan da ince ince terlemeye.
Gözlemlemiş çözmüş olayı, sol elde çatal sağda bıçak olacak, etler lime lime kesilecek, çatalla boğaza tıkılacak.
Yürümüş üstüne üstüne pirzolanın, sağ el kesiyor ama sol el iş görmüyor, şimdi nolacak?
Göz altından bana bakan var mı diye etrafa göz gezdiriyor ama yağmur gibi’de terliyor.
Ne yapıp etse sol el çatala hükmetmiyor.
Sanki karşısında bıçak, çatal pirzola üçlüsü düşman güçler olmuşlar cenk ediyor.
Olmaz ki, masadaki şehirli kısmı mutlu mesut kesip yiyor, üstüne üstlük konuşup gülüyor.
Açlık maçlık umurumda değil, ben doyalı yıl oldu da babamın “oğlum nimet bırakılmaz tabakta” sözü var.
Nimet bu, atsan atılmaz, satsan satılmaz, sofrada bırakılmaz, günah, zarar.
Bir de şehirli milletine rezil kepaze olmak var.
Kapana sıkışmış kedi gibiyim, Allahım ben bu eti nasıl yiyim?
Köyde, efeler, kızanlar gibi kapardık kemiğinden ağız dolusu yerdik etinden.
Derken zamanla şehir adetine alıştık, allanıp pullanıp kıllandık.
Gözümüz açıldı, anladık öğrendik “hanya’yı, konyayı” bizler de onlar gibi insandık.
Bu sefer mekanımız Urfalı Hacı dayı.
Önümüze koydular, sanki tavuk değil de kızarmış bir ayı.
Geride kaldım, boş ver onlar başlasınlar deyip sıvadım kolları dirseğe, çektim pimi.
Kaptım sol bileğinden butun birini, ısırdım etini.
Masadakiler, bir baktılar, pir baktılar.
Az sonra dayanamayıp hepsi benim gibi yaptılar.
Bazıları “oh be dünya varmış” feryadı çekti.
Armudu soymadan, elmayı yarmadan, ayvayı yormadan, çoban salatasını sulu sulu kaşıkla götürüp ağız dolusu tadını alacaksın.
Kemikli ete de elle dalacaksın.
Ayvayı, soğanı elinin ayasıyla kıracaksın.
Hıyarı soymayacaksın.
Doyunca oh be deyip tadına varacak, ağzını sıvazlayıp arkaya doğru gerineceksin.
Yediğin nimetten keyif alıp sindireceksin.
“Zorla sürüye giden köpekten hayır gelmez” der atalarımız.
Savaşarak zorla yenen yemeğin gıdasını alamazsın birader.
Gırtlağından girer, barsaklardan geçip midede özümsenmeden transit olarak terki diyar eder.
Senin bu yaptığına olsa olsa hamallık denir.
Hele şu fincanda çay içenler yok mu bitirdiniz beni.
Düpedüz çaya hakaret.
İnce belli cam bardakta içilir çay, ey millet!
İç de göreyim kahveyi hocanın su tasında.
Kahvenin tadı, çıkar kahve fincanında.
İçilir rakı kristal cam bardağında.
İçeceksin şarabı, önünde kuğu gibi süzülen kadehinde.
Ancak böyle keyf alınır yemek masasında, yer sofrasında.
Bu şehirliler de bir garip be köylülerim.
Hanımların paltosunu erkek tutacak, sandalyeyi geriye çekecek, tuvalet kapısında dikilecek, otonun kapısını açıp bekleyecek.
Sanki bayanların organları erkeklerden eksik.
Gözleri kulakları yok, elleri ayakları kesik.
Geçiniz bunları, bunlar var ya fonksiyonsuz incelik.
Hatta göstermelik ve hatta kökü dışarıda kopyacılık, özenticilik, sentetik.
Yıkıldığım çok şey var da, söylemeden geçemeyeceğim.
Düğünlerde derneklerde, yıldızlı otellerde, alışmadığımız tınılarla başlatıyorlar şenliği.
Etrafınıza bir bakın, herkeste bir uyku sersemliği.
Şenlik bu ya, düğüne mi mateme mi geldik, gelenek göreneğimizi mi yitirdik?
Allahtan ilerleyen saatlerde kırık havalara çiftetelli’ye geçiyorlar.
Pist doluyor, göbekler atılıyor, kurtlar dökülüyor da insanlarımız perde kapanırken düğüne geldiklerine son anda inanıyorlar.
Türk milleti işte, Alafranga başlatıp, alaturka bitiriyor.
Bir türlü kendi olamıyor.
Kızanlara selam olsun, sen bendensin beri gelsin.
